İRAN HİÇ KÜFFARLA SAVAŞTI MI?
Küresel istikbar, yeni bir Ortadoğu yaratmak istiyor: “Savaş, terörizm, taassup, bağnazlık, etnik ve mezhepsel iç çatışmalarla dolu bir Ortadoğu! Kan ve gözyaşının hükümran olacağı bir Ortadoğu! Direniş, diriliş, vahdet, ümmet, adalet, hürriyet, eşitlik terimlerinin olmadığı bir Ortadoğu!” Zira Batı açısından ebedi sömürü ve tasallutun yegane yolu bu!
İngiliz emperyalizmi ile Amerikan kapitalizminin gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan gasıp siyonist İsrail rejimi emperyal Batı medeniyetinin operasyon üssü olarak İslam coğrafyasının kalbinde bir ileri karakolu olarak inşa edilmiştir.
Son çeyrek yüzyıldır Amerika öncülüğündeki “küresel istikbar”, gasıp siyonist İsrail rejiminin yaşamını garantiye almak (en azından uzatmak) ve onun üzerinden Ortadoğu’da ki sulta düzenini devam ettirebilmek için korkunç bir çaba ortaya koyuyor. Bunun için BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adıyla Atlas Okyanusu’ndan Hint Yarımadası’na İslam coğrafyasını sınır ve rejim olarak yeniden dizayn etmek için askeri, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve dinsel alanlarda modern zamanların Haçlı seferi olarak adlandırılabilecek topyekûn bir taarruz yürütüyor.
Küresel istikbar, yeni bir Ortadoğu yaratmak istiyor: “Savaş, terörizm, taassup, bağnazlık, etnik ve mezhepsel iç çatışmalarla dolu bir Ortadoğu! Kan ve gözyaşının hükümran olacağı bir Ortadoğu! Direniş, diriliş, vahdet, ümmet, adalet, hürriyet, eşitlik terimlerinin olmadığı bir Ortadoğu!” Zira Batı açısından ebedi sömürü ve tasallutun yegane yolu bu.!
Ortadoğu coğrafyasını mutlak bir sömürge toprağına Müslüman halkları ise modern kölelere dönüştürmenin peşinde olan küresel istikbar, itiraf etmeliyiz ki pek çok açıdan güçlü. Ancak elindeki en önemli güç ne teknik ne teknolojik. Küresel istikbarın en önemli silahı: “Mezhepçilik ve tekfircilik!”
Batı’ya hayran veya onlar karşısında kompleksli, yönlendirilmiş; mezhepçilik, kavmiyetçilik ve tekfircilik virüsü bulaştırılmış, satılmış, yamanmış sözde aydın, entelektüel, siyasi, din ve kanaat önderleri bilerek/bilmeyerek bu projeye hizmet ediyorlar.
Bu güruha son yıllarda İslam İnkılabı’nı yermek, yaftalamak, suçlamak, esas konum ve manasını bozarak etkisizleştirmek ya en önemli görev olarak tevdi edildi ya da kendileri göze girmek için vaziyetten görev edindiler. Akla hayale gelmez iddiaları gündeme taşıyor zihinleri bulandırıyorlar. Hakikatleri tersyüz ediyorlar. Gerçeklerin üzerini örtmekten çekinmiyorlar. Ve maalesef yalan söylerken yüzleri kızarmıyor..
Bu minvalden dillerine pelesenk ettikleri iddialardan biri: “İran hiçbir zaman küfürle savaşmadı. İslam dünyasını ve özellikle Türkleri her zaman arkadan hançerledi. Her zaman İslam ve Müslümanlardan intikam peşinde oldu!” tezi.
Acaba yenilir yutulur cinsten olmayan bu iddialar doğru mu? Eğer doğru ise besbelli ki İran’a yaklaşımımızda bu bilgilerin bir belirleyiciliği olmalı.
Peki, ya tümüyle yanlışsa? İşte o zaman aklıselim sahiplerinin sorması gereken bir soru var: “Acaba küresel ve yerel bazı mihraklar Ortadoğu’ya tasallut edebilmek için bizi kavmiyetçilik, mezhepçilik batağına düşürmek için manipüle mi ediyor?
Konuyu incelemeye şu soru ile başlamalıyız: “Tarihte İran derken kimi kastediyoruz?” Bu soru doğru cevaplanamazsa konunun kalan bölümünü de asla doğru tahlil edemeyiz.
Bilindiği üzere İran, İkinci halife Hz. Ömer zamanında Köprü, Kadisiye ve Nihavend Savaşları ile İslam topraklarına katıldı ve İslamlaşmaya başladı. Ardından Hz. Osman ve Hz. Ali idaresinde kaldı.
Halifeler döneminin ardından Emeviler ve Abbasiler sırasıyla İran’a hükmettiler. Bilindiği üzere bu iki devlette “Arap Devleti”dir.
Ve yaklaşık dokuz yüzlü yıllardan başlayarak bin dokuz yüz yirmi beş yılına kadar bin yıldan fazla İran’a Türkler hükmettiler. Sırasıyla her biri öz be öz Türk olan Gazneliler, Büyük Selçuklular, Harzemşahlar, Timur Devleti, Safeviler, Afşarlar ve Kaçarlar İran yönetimine hakim oldular..
Fars kökenli Pehlevi Hanedanı ancak bin dokuz yüz yirmi beş yılında iktidarı elde edebildi. Bu hanedan da ancak elli küsur yıl hükmedebildi. Zira bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılında İmam Humeyni öncülüğünde ağırlıklı olarak Türk, Fars ve Kürtlerden oluşan İran Milleti yönetime el koyarak İslam Devrimi’ni gerçekleştirdi.
Bu bilgiler ışığında şimdi bazı tespit ve çıkarımlar yapabiliriz:
1- Görüldüğü üzere İslam topraklarına katılışından yirminci yüzyılın ilk çeyreği sonuna kadar İran’ı Araplar ve esas olarak Türkler yönetmişlerdir.
Şimdi siz “tarihte İran” derken kimi kastediyorsunuz? Emevileri mi Abbasileri mi? Yoksa Gaznelileri mi Selçukluları mı? Safevi Türklerini mi ya da Afşar Türklerini mi? Kimi kastediyorsunuz?
2- “Tarihte İran” hiç küffarla savaşmadı derken Arap devletlerini mi suçluyorsunuz Türk devletlerini mi?
3- “Tarihte İran hiç küffarla savaşmadı” diyenler, bu bilgi size çok ağır gelecek ama o zamanlar “Şamanizm, Maniheizm” gibi inançlara sahip Türklerin İran eliyle İslamlaşmaya başladığını (Talas Savaşı) duymuş muydunuz?
4- “Tarihte İran hiç küffarla savaşmadı” diyenler, Hint Yarımadası’na İslam’ın İran (Gazne Devleti) eliyle gittiğini ve yine Anadolu’nun kapılarının İslam’a ve Türklere İran eliyle (Malazgirt Savaşı – Büyük Selçuklu) açıldığını bilmeyecek kadar cahil misiniz?
5- Timur’un Çin Seferi’ni, Afşarların Fars Körfezi ve Hint Okyanusu’nda Portekizlilerle amansız savaşını ve Kaçarların Rus ve İngiltere ile yaptığı savaşları bilmiyor olmak cehaletin, bilip gizliyor olmak ise taassubun nişanesidir.
Bu tespit ve çıkarımların ardından “İran bizi hep arkadan hançerledi” sözünün de ne kadar boş ve tarihi gerçeklerden uzak bir düşman uydurması olduğu açığa çıkmış oluyor. Zira “biz” diyenler kinaye ile “Türkler”i kastediyorlar. Oysa İran’ı bin yıldan uzun bir süre yönetenler zaten Türklerdi.
Mesela Anadolu’yu işgal eden Timur, öz be öz bir Türk ve mezhebi olarak ta Sünni idi. Görüldüğü üzere Timur’un işgali ne etnik ne de mezhebi bir temele oturmamaktadır. Yine Safevi-Osmanlı çekişmesi bir İran-Türkiye mücadelesi değildir. Zira Safevilerin Türklük noktasındaki saflığı Osmanlıdan çok daha ileridir.
Makalemizin son bölümünde yine kamuoyunun neredeyse her gün maruz kaldığı ilginç bir manipülasyona daha açıklık getirmek istiyorum. Türk medyasında yazan ya da konuşan “İran uzmanı(!)” şahsiyetlerin neredeyse tümü her nedense İran’ı tanımlarken “Persler, Pers Kültürü, ateşperestler, Mecusiler, Sasaniler, Pers yayılmacılığı” gibi ipe sapa gelmez tabir ve tanımlamalarla tarihin evveline doğru atıf yapıyorlar. Ben bu noktada bu yazar ve konuşmacı güruhuna sormak istiyorum.
1- Niçin, mesela Suud için “Cahiliyye Arapları”, Mısır için “güneşperest/firavunperest Kıptiler” ve Türkler için “Şaman Hunlar” tabirlerini kullanmıyorsunuz da sadece İslam İnkılabı söz konusu olduğunda tanımlamak için iki bin beş yüz sene öncesine gidiyorsunuz?
2- Madem ki ülkeleri en tarihi geçmişleri ile tanımlamak istiyorsunuz; o zaman niçin İsrail için “lanetlenmiş İsrailoğulları”, Avrupa için “zalim ve zorba Roma” ve Amerika için “katil ve çapulcu ordusu” tabirlerini kullanmıyorsunuz?
Yazımızın ilk bölümünde dile getirmiştik: Küresel istikbarın elindeki en büyük güç “mezhepçilik, kavmiyetçilik ve tekfircilik”tir. İslam dünyasında etnik ve mezhepsel ayrılıkları derinleştirecek her adım düşmanın kılıcını keskinleştirmektir. Her kim öfke ve kin ile diğer İslam ülke, millet ve mezheplerine karşı tavır takınıp “ümmet-vahdet” çizgisini zedeleyecek bir iş yaparsa, o kişi İslam ve Müslümanlara ihanet etmiştir.
Muntazar Musavi