Tahran Notları: Kayradaki Bitimsizlik
Tahran’da ilk sabahım: İçimde boz bir zamanla güneşe geç kalmış olarak sabaha varmışım. Korna sesleri, gün gürüldüyor sokakta, adım adım, koşa koşa, hayatının peşinde insanlardan kurulu bir kentin izinde, bir ses duymaya çalışıyorum. Buhurdanlıkların dinginliğini çıplak ayaklarıyla arayanlar nerede?
Tesnim Haber Ajansı -
آب کم جو تشنگی آور به دست
تا بجوشد آبت از بالا و پست
Suyu aramaktansa susuzluğu ara
Böyle yaparsan her yerde suyu görürsün
Mevlana, Mesnevi’den.
19 Eylül Cuma, 2014
Gün – I
Cuma sabahının erken saatlerinde İmam Humeyni Havalimanı’na inerek toprağa ayak bastım. Asuman adlı firmanın valizleri ağırlık yapması nedeniyle İstanbul’da bıraktığını bildirmesi üzere beni karşılayan arkadaşım Mecid, işte; İran’a hoş geldin, dedi; ben de anladım ki, İran’daydım; memurların ve bürokrasinin isli kokusu ilk adımımda yüzüme çarpmıştı. Öyle ki görevliler, benim gibi valizi Istanbul’da kalan kırk kişiye yakın İranlı canhıraş bir halde havalimanında bir ölüm haberi almışçasına feryat ederken, bu durumu çok tabiî karşılayıp sakin bir hâl ile tepkilere karşılık veriyorlardı. Üslupları ilk bakışta sorunu dengeleyici gibi görünse de, bu sakin tavırları insanda meseleyi yeteri kadar mühimsemedikleri, neredeyse bir aldırmama halinde bulundukları intibası uyandırdığından, hiddeti körüklemekle kalıyorlardı. Neyse ki valizler iki gün sonra kalmış olduğum eve ulaştırıldı.
Istanbul’da iki hafta evvel tanışmış olduğum Mecid isimli arkadaşımın evinde konuğum. Erkek bekârların ve öğrencilerin evlerinin methini duymuş yahut bizzat içinde bulunmuş olduğumdan, hane düzenine ilişkin alışılageldik temizlik vesair hususundaki düzen kurallarına aldırış etmeyip sinirlerimi yatıştırabiliyorum. Mecid’in yanı sıra, Mesud ve İsmail ile beraber dört kişiden mürekkep, bir odalı ve genişçe bir koridoru bulunan ofis-ev karışımı bu yerdeki ikametimde fiziki şartları düşünmeden barınabilmemi arkadaşların iyi huyluluklarının, mahcup eden bir hürmetkârlık göstermelerinin yanı sıra, içinde bulunduğum çevrenin ahvalini de farklı göremediğimden, ne bir kabullenme ne de bir benimseyememe yaşamaktayım. Bu demek değildir ki görüp işittiklerimi unutacak ve bir daha yüzümü dönmeyeceğim bir duraktan geçip gitmiş olacağım; bilakis yazma gayreti, bunun kendimde karşısında oluşumun kendime, zihnime, içime, davranışlarımda süreklilik, kalıcılık ve bihuşluktan kurtuluş adına tevarüs etmesi ve her durağı içimde taşıyabilmem içindir.
Herkesin kendinden sorumlu olduğu bir dünyada; Human beings are members of a whole / In creation of one essence and soul / If one member is afflicted with pain / Other members uneasy will remain / If you have no sympathy for human pain / The name of human you cannot retain. [A poem by the Persian poet Sa’adi (1210 – 1290)] mısralarının neşet edebildiği; kendiliğin esasındaki irade enginliğinde birlikteliğin tecrübe edildiği bu yurtta, başkasının iyi halinin kendi iyiliğine köprü olduğunun şuuruyla nefeslendiklerini sezinlediğim bu insanlar, mezbelede olsalar dahi birlikte temizlik için çabalayabilirler. İnsan savaşı ancak bu ruh ile kendimizde gerçekleşebilir. Sokaklarına bomba düşen, askerleri rehin alınan, kaçakların olduğu ve silah depolarının boşaldığı şartlar altında içimizde gizli kalan, gömülü cephaneliklere iradenin derinliğindeki dehlizlerinden sızan ışıklardan nimetlenerek yürüyüp ulaşabilmemiz ancak böyle bir birliktelikle mümkün olabilir. Varsın yıkık olsun pencereler, içteki göğün ferahlığı yoğ ise, anlamın yurdundan uzaklıkla, insan neyle yaşabilir? Suyu akan, ocağı pişen, elektriği ve interneti olan, ders çalışılıp kitap okunabilen, bedenen dinlenilebilen bir yerdeyim; kuşların su içtiği ve rüzgâr taşıyanların etrafında serinleyip salındığı bir çeşmenin arzusu ve beklentisi yavan gelir ruhuma, böylece başımda gök ve ayaklarımda toprak ile nimetlenmekteyim. Cuma günü gelmiş olmama sevinmiştim; zira buradaki Cuma namazlarının kılınışını görmeyi çok istemekteyim. Ancak, Mecid’in uçağın bir buçuk saatlik gecikmesi nedeniyle seherden gündüzün ortalarına değin havalimanında beni beklemiş olması kendisini yormuştu. Uykusuzluğu sebebiyle namaza gidemedik, ben de geceleyin uyuyamamış olduğumdan, öğle saatlerini evde geçirdik. Tahran’da Cuma namazı yalnızca bir yerde kılınmakta; halk eskiden stadyum olan; adını unuttuğum bir mekânda toplanıyor ve namazlarını eda ediyor. Farsça eğitimimde bir müddet yol aldıktan sonra vaizin öğütlerini anlayabilecek olmayı umarak gidip göreceğim Cuma gününü merakla beklemekteyim.
20 Eylül, Cumartesi
Gün – II
Tahran’da ilk sabahım: İçimde boz bir zamanla güneşe geç kalmış olarak sabaha varmışım. Korna sesleri, gün gürüldüyor sokakta, adım adım, koşa koşa, hayatının peşinde insanlardan kurulu bir kentin izinde, bir ses duymaya çalışıyorum. Buhurdanlıkların dinginliğini çıplak ayaklarıyla arayanlar nerede?
Gün akşama yürürken Kehf-ul Şüheda’ya çıkıyoruz, güneşin yorgunluğuna kendimizde koşmak için. Elburz Sıradağı’nın bir parçasında; Tahran Dağları’nda bulunan bir mağara. Bir zamanlar, güneşe kendilerinde koştuklarında toprağa düşen beş gencin önünde diz kırıyorum. Boyunlarının üstü bulunamamış, öylece gömülüvermişler. Irak savaş uçakları dağları döverken, siperde savunma halindelermiş.
Bir gece gençlerden birisi annesine rüyada uğramış: “Annem, ben oradaki mağaradayım, gel yanıma.”diyerek. Annesi dağa tırmanıp mezarlığa gitmiş, toprağı kazmışlar; DNA testi yapılmış, neticede aralarından birinin kendisinin evladı olduğu kanıtlanmış. Beş mezar taşından tekinin üzerinde bulunan isim ve fotografın sebebi bu imiş.
Bu şehirde daimî bir hayatım olsaydı her imkân oluşturabildiğimde tüm şehri gören o mağaraya giderdim, etrafta çok az insanın olmasına epey şaşırmıştım. Bu fikirle arzı seyre dalmışken Mesud’un kardeşi Tevhid yanımda belirdi: “En sevdiğim arkadaşlarım şehitlerdir”. Ardından, Beheşti Zehra adlı ülkenin en büyük mezarlığında karşılaştığı bir şehide duyduğu bağın öyküsünü dillendirdi. Bir adam, Istanbul’dan kalkıp Irak-İran Savaşı sırasında İran’a gelir, Saddam’a karşı savaşıp şehit düşer. Tevhid mezarı gördüğünde, Istanbul’dan gelen bu insanın hayatını çokça merak eder. İki sene boyunca olabildiğince her hafta kabrini ziyaret edip, orada yatana “garib” der. Adı Hüseyin imiş, kendisinden başka ziyaretine geleni olmayan bir kimse. Her ziyaretinde garibin mezarını temizleyip toprağını sular.
Bir gün, Istanbullu’nun kabrinde gözyaşı döken bir genç kıza rast geliyor Tevhid. Kıza hikâyesini danışıyor, kızcağız da dil döküyor; böylelikle Tevhid iki sene sonra, her hafta ziyaretine gittiği insanın evladıyla tanışmış oluyor. Bir güzelliğin kokusu çok uzaklardan duyumsandığında, onu taşıyan rüzgârla karşılaşmayı tesadüf diye mi yorumlamalı? Hangi insan çaba göstermeden o rüzgârın bir anlığına kendisine yakınlığına şahit olabilir; niyetin varlığına rağmen, ortaya çıkanı tesadüf bilmek nedendir?
Bir araba yolculuğumuzda, Radyo Alaturka dinlerken, anneme dedemin en çok sevdiği kadın ses sanatçısını sorduğumda, Emel Sayın’ı çokça sevdiğini, radyoda hep onu dinlediğini dile getirmişti. Bunu söyler söylemez dönen parça sona ermiş, radyoda Emel Sayın çalmaya başlamıştı. Tesadüf diyorum olup bitene ölü ben’imin aklıyla hapsolduğumda. Oluşun sürekliliğinden biraz daha kopuyor, çukura kendimi reva görüyorum; oysa arasam, tesadüfü dahi var eden nedeni sorsam. Kolaylık bir girdap değil midir esasında; körlüğün, bakışsızlığın, sarhoş uykunun girdabı. Canlılık için kıvranan kişi ise rahmeti anımsayıp, Bahri Bey’in ruhuna fatiha okumayı düşünüyor. Hissi kablel vukunun peşinde nefes alma çabası, hepimizin içinde aşikâr olan bir kuvvet ile mümkün. Ve devam ediyor radyo gününden bu yana yolculuk; savrulmalar, hatalar, düşe kalka dönülen ölümler ile.
22 Eylül 2014, Pazartesi
Gün - IV
Mecid şehrin bir haritasını benim için edinmiş; iki metre en ve boya sahip bu haritada tüm Tahran’ı ayrıntılarıyla görebiliyorum. Birkaç günde şehrin ana arterlerinin bazılarından demir kafesin içinde geçiverdim. Şimdilik edindiğim izlenim odur ki kendimi Istanbul – Aksaray; 4. Levent, Vatan Caddesi vesair mevkiindeki bedeni tırpanlayan kayıp gündüzlerin gri, isli akışı içinde savrulur görüyorum. Kentin kuzeyinde bulunan dağlar olmasa, Tahran’da insan nereye sığınabilir?
Eve gelen insanlar arasında tanıdığım, Tahran Üniversitesi’nde uluslararası hukuk alanında doktora yapan, Şiraz’da doğup büyüyen bir öğrenci, Tahran’da en çok 2-3 sene yaşanabileceğini; buranın sadece para ve itibar kazanmak için kullanılan bir basamak olduğunu dile getirdi. Maalesef insan buraya mahkûm kalıyor, diğer şehirlerde de bilgin hocalar bulunsa dahi, Tahran aynı zamanda eğitim başkenti olduğundan, önemli enstitülerde bulunan hocalar nedeniyle ve kitap, kütüphane vesair ihtiyaçların tamamını haiz olduğundan, katlanılıyor bir şekilde.
Katlanmak daha çok şehrin Güney bölgesinde mukim olanların kullandığı bir ifade olsa gerek, Mesud ise onların şükredenlerden olduğunu ifade ediyor, ancak uyarıyor; paraları olsa onların da Kuzey’dekiler gibi insanı aşağılayanlardan olabileceklerini, fakat bu halleriyle gayet samimi bağlar kurduklarını dile getirerek. Güney ve Kuzey’in arasında sınır sayılabilecek bir bölgede; Behbudi caddesinde ikamet ediyorum. Bu cadde, bölgeler arasında esas sınırı oluşturan Azadi Caddesi’ne bir dakika uzaklıkta. Kuzeye; dağlara yaklaştıkça caddeler genişliyor; temiz, parlak görünümlü, göğsünü kabartarak dikilen yüksek binaların arasında insanların kıyafet ve davranışlarının bir anda nasıl değiştiğini görüyorum. Geceleri genişçe pencereli apartmanlarda uzun perdeleri tümüyle açılıp varlıklı görünümün sokaktakilere bahşedildiği salonların alımlı dekorunun sergisini ziyaret ediyorum. Metrelerce süren bu döşeme sergisinde, en çok tavandan sarkan kocaman, parıltılı avizeler dikkatimi cezbediyor. Ve köşe başlarında kurulu çeşitli alışveriş yerlerinin tabelasında “lux” ibaresi muhakkak bulunmaktadır.
Perdelerin işlenişini, dokusunu, eni ve boyunu, açık oluşunu yahut kapalılığını değil; perdenin içindekinin ve ardındakinin toplumsal ve bireysel mahiyetini nerede olduğumu; buradaki zamanın halini kendimce anlayabilme gayretiyle düşünmeye çalışmaktayım. Sözlerim kişisel hayatın mahremiyetine saygı göstermemek olarak yorumlanamaz; çünkü gizli olanı araştırmıyorum, bir canlıya bu davranışımla yan gözle bakmıyorum; aşikâr olanın sebebini tanıyabilmek amacındayım. Kuzey’in sokaklarında; oturduğu evin üzerinde fotografı bulunan ve sokağına adı verilen şehit gönüllü askerler nadir iken; her sokağın birçok evinin üzerinde fotografı asılı duran gönüllü ve savaşta can vermiş, her sokakta isimleriyle karşılaşılan askerlerin Güney’de yetişmesi vesair ayrımların bütüncül bir sebebi olduğunu sezinliyorum. Yazıya ise zihnimdekileri açığa çıkarma, düzenleme hususunda ve yetersizliklerimi görebilme adına ihtiyaç duyuyorum. Bu da kendime not olsun. Yanılgımdan dönebilmeyi dilerim. Peki, bunca gevem kendimde duyduğum hicabı gölgelemek, allı pullu gerekçelerle baskılamak gayesiyle mi var olur? Ev, ancak kendiliğin tanışıklığı yolunda yaşayabilenlerin birlikteliğinin cisimleşmesi ise, fiilim bu somutluğa karşı bir tutumdan kaynaklanmıyorsa, niçin utanayım? Uzatmış olabilirim, yalnızca bu örnek hakkında düşünme denemesinde dayandığım fikrin temelini olabildiğince görüp sosyal alandaki birliktelikler ve katmanlar arasındaki farklılaşmalara ilişkin ancak kabataslak olabilecek kusurlu, eksik, hatalı bir bakış gayretinde bulunmaktayım.
“Sen ayıpları aramakla meşgulsün, bu yüzden gaybın güzellikleriyle nasıl mutlu olabilirsin?
Ey ayıpları arayan! Sen bu ayıpları arayan gözünle nasıl gaybı gören gözlere sahip olabilirsin? Her şeyden önce halkın ayıbını aramaktan vazgeç. Sonra da mutlak gaybın aşkıyla mutlu ol. Kılı kırk yararcasına başkasının ayıbını ararsın ama sana kendi ayıbını sorarsam, bunu görmeye yanaşmaz kör kesilirsin. Eğer kendi ayıbını aramaya koyulursan, her ne kadar ayıbın olursa da makbulsün.”
Feridüddin Attar, Mantıku’t Tayr
Ferdi irademiz ve birlikteliklerimizin iç içeliğinde, buluşmasında hatada bağdaşıklık var ise, başkasına baktığımızda bu kesişme nedeniyle kendimizden bir parça görürüz, bu durumdan kaçış yoktur, katlanmak ise yanlışlığın genişlemesidir, sabrederek başkaldırmayı öğrenebilmede başkasına zarar vermeden yaşamak ümidiyle... Olup biten fenalıktan azade bir hayat sürmenin ancak bitkiler için mümkün olduğunu düşünenler yanılıyorlar, ormanda hastalık baş göstermeyegörsün, hiçbir adam [Dersuuu!’dan (Dersu Uzala) mülhem] ayrı kalamaz dünyada bundan. Attar’ın sözüyle uydumculuğu bir gördüğümden değildir sözüm, anlama gayretine koyulmamış kişinin onu kendisine bahane edişine, sözü tersine yontmasına verdiğim karşılıktır yalnızca.
İnsanlar arasındaki münasebetlerdeki tutum ve davranışların değişimine yalnızca teşrifatlı protokol kimselerinde değil, memurlarda da tanığım. Öyle ki Güney’de polis bağırıp çağıran bir otorite imgesiyken; aynı üniformayı giyen kimseler Kuzey’de kibar, hatta söz geçiremeyen kimseler oluveriyor: Araba süren bir kadını polisin nazik bir dille uyarmasına ve sürücünün gülümseyerek telefonla konuşmaya devam etmesine şaşırmalı mı? Öte yandan, Mesud’un dediğine göre, insanlar polisten korkmamakta; çoğu zaman onlara karşı şiddetli tepki göstermektelermiş. Polis ise bunun tecrübesiyle hareket ettiğinden, sınırını aşamazmış. Devrim Muhafızları ve medyada gördüğüm “ahlak polisleri”nin konumuna dair bir izlenimim yok. Fakat gündelik hayatta; saatlerce sokağın akışında bulunmuş olmama rağmen ahlak polisiyle karşılaşamadım; insanlar arasında vuku bulduğuna rast geldiğim “ahlaka mugayir davranış”a farklı muhitlerde şahit olsam da, ne halktan bir ayıplama ne de resmi bir görevlinin müdahalesini gördüm. Ancak Mesud, bu durumun şehirden şehre değiştiğini ifade ediyor.
Mesud, şehrin Batısı ve Doğusu arasında da bir ayrım yapıyor; Batı’da...
I.Bölümün sonu
...
Hâlet Söğüt
İstanbul