HEKİMİN YANGINI
İsfehan’dan çıkmadan önce çöllerde dervişleri ziyaret edip, onlarla vedalaşıp gitmekti dileği. Yoldaşlarına bir vasiyet de yazdı ve hacın sonu kurtuluş olsun dedi. Gönlü Arabi’nin mezarına ulaşıncaya kadar geçeceği o mukaddes noktaların iştiyakıyla coşmuştu. Necef ve Kerbela’yı ziyaret eder, Zeyneb’i selamlar ve Şeyh’in huzuna varır onunla derd-i dil ederim diyordu kendi kendine…
Tesnim Haber Ajansı - Karanlık zamanları vardır insanoğlunun. Aşıklara savaşların açıldığı karanlık zamanlar. Varlığın ötesine, aynanın kendisine bakan herkesin sufi denilerek öldürülüğü kesif zamanlar. İşte o zamanlardan birinde, İsfehan kentinden bir aşık Şeyh’ul Ekber İbn-i Arabi’nin mezarını ziyaret için çıkar hac yolculuğuna. Azimlidir… O uzun çölleri aşacak ve Irak ellerinden süzülüp Şam’a varacaktı.
İsfehan’dan çıkmadan önce çöllerde dervişleri ziyaret edip, onlarla vedalaşıp gitmekti dileği. Yoldaşlarına bir vasiyet de yazdı ve hacın sonu kurtuluş olsun dedi. Gönlü Arabi’nin mezarına ulaşıncaya kadar geçeceği o mukaddes noktaların iştiyakıyla coşmuştu. Necef ve Kerbela’yı ziyaret eder, Zeyneb’i selamlar ve Şeyh’in huzuna varır onunla derd-i dil ederim diyordu kendi kendine…
Kendini İsfehan çölünün kumlarına attığı anda ayaklarının yandığını hissetti. Elleri ayakları boşalmış ve sanki tüm benliği bir anda çekilmişti. Daha dakikalar önce sevdiğine ulaşacak bir aşık gibiyken şimdi gitmeye dahi takati yoktu. “Neler oluyor” diye geçirdi içinden. Biraz daha yürürse yeniden kendine geleceğini, çölün sıcağının çarptığını sandı. Yürüdü de, yürüdü. Ama bir türlü bu çölün kumlarından ayrılamama hali onu yedi de bitirdi. Saçları aklaştı. Elleri, avuçları kurudu. Ruhu yangın yeri oldu. Öyle bir hale geldi ki, Rabbim canımı al diyecek kadar canı yanıyordu.
Düştü ve bayıldı. Bayıldığı anda gözlerini bir başka evde açtı. Bu bir sırça saraydı. Her yer büyük bir özenle döşenmiş ve her yerinden güzellik ve letafet taşan bir saraydı burası. “Neredeyim” diye geçirdi içinden. Bu nasıl bir yerdir ki böylesine büyük bir güzelliğe sahiptir diyerek yürüdü de, yürüdü. Sonunda o olduğu yerde tüm sorular zihninden uçtu gitti ve tüm benliğiyle o mekanın içinde eridi. Artık gerçek ile rûya arasındaki fark kalmamıştı ve tam bir cem ile kesret vahdette erimiş, fena olmuştu.
Her yerin altınlarla süslendiği bir odadan bir diğerine geçti ve en sonunda içeride hiçbir şeyin olmadığı, tertemiz, renksiz ve kokusuz, her türlü şeklî tanımlamadan uzak bir otağa girdi. Buraya girdiğinde sanki tüm o yok oluş, “fena” gitmiş ve yeniden kesret vahdetten firak etmişti. Farklı olansa artık tüm bu kesretin görüntüde var olsa da, bakıldığında kendini direkt vahdetle göstermesiydi. Tüm nesne nesneliğini yitirmiş ve sadece görüntülerden ibaret kalmışlardı. Sonunda beka evine ulaştığını anladı.
Burada tüm o renksizliğin bir anda kendi renklerine geri bürünmüş olmalarına rağmen dikkatli bakınca artlarında daha büyük bir hakikatin olduğunu gördükten sonra, bir anda kapıdan bir Pir girdi. Aşık onu görür görmez ondaki ilahi boyayı anladı. Öylesi güzel kokular geliyordu ki bu Pir’den, onun bir hekim olduğunu kavradı. Bundan dolayı gönlü sevinçle doldu. Hakikatler evinde bir nur ile hemhal olmanın verdiği sevinçle bedeninin yeniden dirildiğini hissetti. Sordu Pir’e: “Ey Pir, ben nasıl oldu da geldim buraya?”
Pir, bu aşığın halinden anladı şaşkınlığını, gülümsedi. Soruya soruyla yanıt verdi: “İnsan hiç ayrılmadığı bir yere nasıl geldim diye sorar mı?”
Aşık sarsıldı. Bu yanıtı beklemiyordu oysa. Ne diyeceğini bilemedi. Başını eğdi yere, Pir’e bir şeyler demek için kıvranırken, yine Pir yetişti imdadına.
“Sen aynaya bakınca aynada yansımaları görürsün de, hiç aynanın kendisi aklına gelir mi?” diye sordu.
Aşık “hayır, görmem gerekeni görür ve giderim” dedi.
“İşte insanın hakikatler evindeki aslı da budur. Sürekli ilahi aynada tabiata bakar, cisimleri görür, madde ile hemhal olur ancak bir gün olsun aynanın kendisi aklına gelmez. Oysa ayna olmasa hiçbir şey ona görünmezdi. İşte o ayna bu girdiğini sandığın evdir” diye yanıtladı Pir.
Aşık heyecanlandı. Sordukça sormak istiyordu. Döndü ve dedi ki: “o halde bana bu aynanın hakikatini anlat ey Hekim”
Pir aşığın susuzluğunu anladı. Ona şehadet edeceği hakikati anlatmaya başladı:
“Bu ilk akıldır ey aşık. Allah her şeyden önce, tüm kesretten önce, tüm hareketten ve fiilden önce bu aklı yarattı. Bu her şeyin hakikatiyle var olduğu alemdi. Burada kesrete yer yoktu. Burada sıfatlar ve isimler yoktu. Bu alemde tüm her şey bilfiil var edildi. Sonra bu alemden sudur etti her şey. Allah ilk aklı yarattı ve onunla insanları cennet ve cehennem konusunda sorumlu kıldı. İşte sen şu an o ilk akıl alemindesin. Her şeyin kendi olduğu ve Mutlak Varlık’ın nuruna büründüğü yerde”
Aşık yandıkça yansa da, ruhu coşmuştu. Dedi ki: “Ah canım Hekim, peki bu ilk akıl ayna ise o aynayı görüntü verebilecek kılan nedir?”
Pir bir ah çekti ve dedi ki “Allah yerin ve göğün nurudur. Her şeyi gösteren aynayı münevver kılan da Mutlak Zat’tır. O varlığıyla aydınlatandır. Bir şeyin görünmezken görünür olması onun nuruyladır.”
Aşık bu sefer daha da sersemlemişti aşkın şiddetinden. Dedi ki: “Ey Veli! Peki nur Mutlak Zat ise ayna kim olabilir ki?”
Pir bu sorunun aklında doğurduğu tasavvur ile kendinden geçti ve yanıtladı Aşık’ı: “Eğer nur Allah ise münevver de aynadır. Yani nuru alıp yansıtır. İşte onlar da Allah’ın velileridir. Allah nurların nurudur. Kendi kendisiyle aydınlık olandır. Velilerse nur yayanlar yani münevverlerdir. Eşya ise bu nur ile aydınlanan münevvirlerdir.”
Laf buraya geldiğinde Aşık yerinden fırladı ve ayakları üzerinde dönerek dedi ki: “O halde benim bu alemde gördüğüm vahdet ile tabiattaki kesretin farkı nedir?”
Pir yanıtladı: “Kesret ancak bir ilizyondur. Hiçbir şey yoktur demiyoruz ancak o formların hepsi bir yanılsamadır. Bir okyanus düşün, sen hiç o okyanustan bir damlayı ayırıp çıkarabilir misin?”
Aşık “hayır, bu mümkün değil” dedi.
Pir devam etti anlatmaya: “Ama bir yaprakta bir yağmur damlasını bulunca su damlasının da var olduğunu anlarsın. Yine de hakikatte o su damlası bir okyanustandır, bir ummandan, bir kaynaktandır. Burada varlıktır hakikat ve su ise araz. Yani su renksizdir dediğin şeyde renksiz olmak bir sıfatken, damla vardır dediğinde damla olmak bir sıfattır. Asl olan varlıktır. O varlıksa bir ummandır. Ya da senin anlayacağın şekilde demeliyim ki, varlık nereye gidersen git gökte görünen aydır.”
Söz buraya dayandığında Aşık Pir’e dedi ki: “ey canın sevdiği, ey güzel Pir, bana bu alemin yolunu bellet o halde. Nasıl ola ki ben bu halde hep kalayım?”
Pir Aşık’a gülümsedi ve dedi ki: “Bunu bir hal olarak gördüğün için burada barınamazsın. Burası senin ata evin, vatanındır. Dön şimdi evine ve kendinden vazgeç. İşte o zaman her daim bu evde oturduğunu göreceksin”
Bu sözler tamamlandığında, aşık gözlerini çöllerin sıcağında açtı. Bayıldığında üzerinde beliren tüm her şey eski haline dönmüştü. Çölün derinliğine şöyle bir göz ucuyla baktı ve “hacımız kabul oldu. Şimdi vatana dönme zamanıdır” dedi, döndü kendi şehrine…
HÜSEYN IŞIK